‘’Gündelik dildeki cinsiyetçilik farkedilmiyor’’

Sosyoloji bölümü akademisyeni Dr. Öğr. Üyesi Ayşe Aydın’la cinsiyetçi ifadeler üzerine söyleşi gerçekleştirdik. Aydın’a göre, cinsiyetçi ifadeler gündelik hayatın ve özellikle de dijital dünyanın o kadar doğal bir parçası haline gelmiş durumda ki birçok kişi bu dilin ne kadar dışlayıcı ve aşağılayıcı olduğunu fark etmiyor bile.

Haber: Diyar Naz Metin

Gündelik hayatta sıkça duyduğumuz birçok küfür, aslında fark etmeden cinsiyetçi bir dili yeniden üretiyor. Bu ifadeler, çoğu zaman “şaka” ya da “mizah” olarak geçiştiriliyor. Oysa dildeki bu kalıplar, kadına yönelik şiddetle mücadelenin önünde görünmez bir duvar oluşturuyor. Cinsiyetçi küfürler üzerine çalışmalar yapan Sosyoloji bölümü akademisyeni Dr. Öğr. Üyesi Ayşe Aydın’la cinsiyetçi küfürlerin gündelik hayatımızda nasıl bu kadar “doğal” hale geldiğini konuştuk.

Sizi tanıyabilir miyiz? Çalışma alanlarınız nelerdir?

Elbette, memnuniyetle. Ben Ayşe Aydın; İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde Dr. Öğr. Üyesi olarak görev yapıyorum. Lisans öğrenimimi Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladım. Ardından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi İspanyol Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde ikinci lisans derecemi aldım. Daha sonra da Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarımı tamamladım. Akademik olarak toplumsal cinsiyet, kadına yönelik şiddet, suç sosyolojisi, iletişim ve medya çalışmaları üzerine yoğunlaşıyorum. Özellikle son yıllarda, dilin toplumsal cinsiyet ilişkilerini nasıl yeniden ürettiği, dijital medyada cinsiyetçi söylemler ve kadına yönelik şiddetin medya dili üzerinden temsil edilme biçimleri üzerine çalışmalar yürütüyorum.

“Cinsiyetçi” terimini siz nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tanım, dildeki küfürlü ifadelerin cinsiyetçi niteliğini tespit etme açısından neden önemlidir?

Cinsiyetçi söylem bana göre, cinsiyete dayalı hiyerarşiyi, aşağılamayı veya olumsuz stereotipleştirmeyi yeniden üreten; belirli bir cinsiyeti (çoğunlukla kadınları) nesneleştiren, sahiplendiren ya da onlara yönelik ayrımcılığı meşrulaştıran söz ve davranışların tümüdür. Bu tür söylemler, dil aracılığıyla toplumsal güç ilişkilerini yeniden üretir ve eşitsizliği meşru bir olguymuş gibi görünür kılar. Küfürlü ifadelerin cinsiyetçi niteliği çoğu zaman farklı işlevler taşıyabilir. Cinsiyetçi ögeler barındıran bir küfür, bireysel bir öfkenin ya da hayal kırıklığının sözlü dışavurumu olarak sarf edilmiş olsa bile, yalnızca kişisel bir tepki olmanın ötesine geçer. Bu tür ifadeler, toplumsal bellekte yer etmiş ataerkil kalıpları yeniden üretir ve farkında olunmadan bile cinsiyet temelli eşitsizlikleri pekiştirir. Dolayısıyla bir ifadenin niyeti “öfke” ya da “tepki” olsa da, dildeki cinsiyetçi kodlar aracılığıyla bu söylem toplumsal düzeyde ayrımcı bir işlev kazanır. Bu nedenle, cinsiyetçiliğin dildeki yansımalarını doğru tanımlamak, hem farkındalık yaratma hem de dönüşüm çabaları açısından son derece önemlidir.

 

“Kanıksamak” kavramı üzerinden gidersek; sizce toplum bu tür ifadeleri ne kadar kanıksamış durumda? Toplumun çoğunda bir değişim isteği var mı, yoksa insanlar hâlâ bu tür cinsiyetçi ifadeleri kullanma konusunda kararlı mı?

Aslında “kanıksama” bu konuyu anlamak için çok yerinde bir kavram, çünkü toplumun cinsiyetçi dili nasıl içselleştirdiğini oldukça iyi özetliyor. Cinsiyetçi ifadeler, gündelik hayatın ve özellikle de dijital dünyanın o kadar doğal bir parçası haline gelmiş durumda ki, birçok kişi bu dilin ne kadar dışlayıcı ve aşağılayıcı olduğunu fark etmiyor bile. Yani, evet, belli bir ölçüde kanıksanmış bir durumdan söz edebiliriz. Örneğin sosyal medya paylaşımlarında ya da dijital dayanışma platformlarında yapılan yorumlarda bunu çok net görüyoruz. Kadına yönelik şiddet olaylarına tepki gösterilirken bile, kimi zaman dile getirilen öfkenin cinsiyetçi kalıplardan beslendiğini gözlemliyorum. Bu, aslında farkında olmadan ataerkil dilin yeniden üretildiğini gösteriyor.

 

Makalenizde geçen bir örneğe dayanarak sorumu sormak istiyorum. Kadınların yaşadığı şiddet, cinayet, tecavüz ve cinsel istismar gibi olayların haberleştirildiği platformlarda faile öfkelenilirken bile kadınları aşağılayan ataerkil küfür dili kullanılabiliyor. Bu sizce, ataerkil düzenin ne kadar köklü olduğunu mu gösteriyor, yoksa bu çelişkiler toplumun dönüşüm sürecinde fark edilmesi gereken önemli bir uyarı mı?

Her iki okuma da doğru bana göre. Bu çelişki bir yandan ataerkil düzenin derin yerleşikliğini, kadınları ikinci plana atan normatif kodların gündelik dilde nasıl hızlıca açığa çıktığını gösterir. Öte yandan bu çelişki, toplumsal dönüşüm sürecinde kritik bir uyarı görevi görür: toplumsal öfke ve adalet talebi ile cinsiyetçi dilin eşzamanlı varlığı, feminist/adalet odaklı hareketlerin söylem tutarlılığı açısından da ele alınması gerektiğine işaret eder. Yani bu durum hem köklülüğün kanıtı hem de müdahale gerektiren bir kırılma noktasıdır.

 

Kişisel bir gözlemimi paylaşmak istiyorum. İnsanlar genelde “kadın ve erkek eşittir” demesine rağmen, davranış ve bakış açılarıyla hâlâ ataerkil kalıpları sürdürüyorlar. Sizce bu davranış döngüsünü kırmak ve farkındalığı artırmak için neler yapılabilir? Siz bu konuda nasıl çalışmalar yürütüyorsunuz?

Davranış değişimi çok katmanlıdır: hukuki düzenlemeler, kurumsal politikalarda eşitlikçi uygulamalar, okul müfredatlarında toplumsal cinsiyet eğitimi, iş yerlerinde cinsiyet duyarlı politika ve denetimler, medyada eşitlikçi temsillerin teşviki vb. ile birlikte yürütülmelidir. Ayrıca uzun soluklu, eleştirel okuma becerileri ve empati geliştiren eğitim programları da etkili olur. Benim bu konudaki çalışmalarıma gelince; çalışmalarımın önemli bir bölümünü, üniversitede verdiğim toplumsal cinsiyet dersleri oluşturuyor. Ayrıca sosyal medya başta olmak üzere çeşitli dijital platformlar üzerinden yapılan paylaşımları, özellikle cinsiyetçi küfür ve ataerkil söylemin nasıl yeniden üretildiğini ve kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran dil kalıplarını tespit etmek amacıyla inceliyorum. Örneğin haber yorumlarını veya kısa videoları analiz ederek, bu dilin hangi toplumsal mekanizmalar üzerinden yayıldığını ve ataerkil kültürün normlarını nasıl pekiştirdiğini anlamaya çalışıyorum. Elde ettiğim bulguları sözlü bildiriler, söyleşiler ve akademik makaleler aracılığıyla kamuoyuyla paylaşıyor, böylece hem teorik çıkarımlarımı somutlaştırıyor hem de toplumda cinsiyetçilik ve dil ilişkisi konusunda farkındalık yaratmayı hedefliyorum.

Cinsiyetçi küfürlerin kadın-erkek eşitliğini altüst ettiği, kadınlar ve LGBTQ+ bireyler üzerinde şiddet içerikli bir etki yarattığı sıkça konuşuluyor. Fakat toplumun “şaka dili” de bir o kadar şiddet içerikli. Dizi, film ve sosyal medya gibi alanlara da sarmaşık gibi yayılan bu dilin bitmesi için sizce yasal veya kurumsal anlamda nasıl adımlar atılmalı?

Bence bu dilin yaygınlaşmasını durdurmak için hem yasal hem de kurumsal düzeyde adımların birlikte atılması gerekiyor. Öncelikle hukukta net tanımlar oluşturulmalı; nefret söylemi ile cinsiyet temelli aşağılama arasındaki fark açıkça belirlenmeli ve ifade özgürlüğü dengesi gözetilerek yaptırımlar uygulanmalı. Bu, sadece cezalandırmayı değil, aynı zamanda toplumsal farkındalığı artırmayı da sağlar. Kurumsal olarak da medya ve dijital platformlarda cinsiyetçi içeriklerin denetimi önemli. Örneğin yapım süreçlerinde toplumsal cinsiyet perspektifinin ön değerlendirme ve etik kurullar aracılığıyla gözetilmesi, senaryoların ve içeriklerin eşitlikçi bakış açısıyla üretilmesine katkı sağlar. Medya profesyonellerine ve içerik üreticilerine zorunlu toplumsal cinsiyet farkındalığı eğitimleri verilmesi de dilin normalleşmesini engellemek için kritik bir adım. Ayrıca sosyal medya platformlarının algoritmik mekanizmalarının, nefret söylemini ve cinsiyetçi dili yayma potansiyeli göz önünde bulundurularak şeffaf ve müdahaleye açık hâle getirilmesi gerekiyor. Bu şekilde yalnızca bireysel içerik denetimi yapılmış olmaz; aynı zamanda sistematik bir önleyici mekanizma da oluşturulmuş olur. Kısacası, bu sorunu tek başına cezalandırmayla çözmek mümkün değil. Yasal düzenlemeler, kurumsal denetimler, eğitim ve alternatif temsillerin birlikte yürütülmesi gerekiyor ki, cinsiyetçi dilin normalleşme döngüsü kırılabilsin ve toplumda gerçek bir farkındalık oluşsun.

 

Cinsiyetçi küfürlerle ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde dilin dönüştürülmesi konusunda bizler bireysel olarak nasıl bir strateji izlemeliyiz?

Bireysel olarak yapılabilecekler de aslında çok önemli, çünkü dil alışkanlıkları ve toplumsal kalıplar öncelikle günlük etkileşimlerde kendini gösteriyor. Öncelikle kendi dilsel reflekslerimizi fark etmek ve gerekirse anlık olarak müdahale etmek gerekiyor; bunu yaparken dostane ama kararlı bir yaklaşım oldukça etkili olabiliyor. Aynı zamanda cinsiyetçi espri veya ifadelerin sosyal bağlamını görünür kılmak, yani neden zararlı olduklarını kısa ve anlaşılır biçimde açıklamak da farkındalığı artırıyor. Alternatif söylem modelleri geliştirmek ve insanların duygularını ifade etmenin farklı yollarını kullanmalarını teşvik etmek de dilin dönüşümü açısından kritik. Bireysel olarak medya içeriklerini eleştirel bir gözle okumak ve paylaşırken eleştirel çerçeve sunmak da çok önemli. Tüm bunlar, bireysel davranış değişikliğinin kolektif normlara yansımasını sağlayabilir. Tabii ki bu çabalar, kurumsal destek ve eğitim programlarıyla birlikte yürütülmediğinde tek başına yeterli olmuyor; ancak bu küçük adımlar, toplumsal dilin dönüşümü için temel bir başlangıç noktası oluşturuyor.

Feminizm kavramının toplumdaki algısı üzerinden de bir soru sormak istiyorum. Feminizm, kadınların haklarını tanıyarak bu hakların korunması ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılması amacıyla ortaya çıkan bir hareket. Yine de var olan küçük bir azınlık feministlerin kadını erkekten üstün tuttuğunu iddia ediyor. Peki, feminizmin doğru bir şekilde daha çok insan tarafından benimsenmesi için sizce neler yapmalıyız?

Bence feminizmin yanlış algılanmasının temel nedenlerinden biri, kavramın ve temsillerin sınırlı ya da çarpıtılmış biçimde dolaşması. İnsanlara feminizmin ne amaçladığını sade ve net bir şekilde anlatmak çok önemli; yani temel olarak kadınların haklarını korumak, eşitliği sağlamak ve adaleti güçlendirmek üzerine kurulu bir hareket olduğunu göstermek gerekiyor. Bunu somut ve gündelik hayat örnekleri üzerinden anlatmak da çok etkili. Örneğin iş gücünde eşit fırsatlar, ev içi bakım yükünün paylaşımı, kadına yönelik şiddete karşı politikaların önemi gibi somut konular üzerinden feminist hareketin hayatımızı nasıl doğrudan etkilediğini gösterebiliriz. Ayrıca, çok sesli ve kapsayıcı feminist söylemlerin görünürlüğünü artırmak gerekiyor. LGBTQ+ bireylerin, farklı sınıf ve etnik grupların deneyimlerini de içeren perspektifler, feminizmin sadece bir kesimin ayrıcalığını savunan bir hareket olmadığı mesajını güçlendirir. Eğitim müfredatında toplumsal cinsiyet okuryazarlığını yaygınlaştırmak da uzun vadede bu önyargıları kırmaya yardımcı olur. Kısacası, feminizmi daha doğru ve geniş bir şekilde benimsetmek için hem anlatımda sadelik ve tarihsel bağlam, hem gündelik hayat örnekleri, hem kapsayıcı temsiller hem de eğitim yoluyla sürekli bir farkındalık oluşturmak gerekiyor. Böylece feminizm, tehdit değil, toplumsal eşitliği güçlendiren bir hareket olarak algılanabilir.

 

Cinsiyetçi küfürlerin çoğu öfke, kırgınlık ya da çaresizlik anlarında ortaya çıkıyor. Sizce bu tür anlarda insanların özellikle kadın bedeni üzerinden ifade üretmesi, toplumun bilinçaltındaki “kadın” algısı hakkında ne söylüyor? Yani bu refleks sizce bir dil alışkanlığı mı, yoksa daha derin bir psikolojik yansıma/ toplumun kuşaktan kuşağa aktardığı ataerkil kültürün mirası mı?

Aslında bu durumun iki boyutu var. Bir yandan, öfke, kırgınlık veya çaresizlik anlarında ortaya çıkan cinsiyetçi küfürler, dilde zaten mevcut olan kalıpları kullanıyor; yani bir anlamda alışkanlık hâline gelmiş bir refleks söz konusu. İnsanlar, öfkelerini ifade ederken farkında olmadan bu kalıpları tekrar ediyorlar. Ama işin bir de derin boyutu var. Bu alışkanlığın hangi sözcükleri ve imgeleri tercih ettiği, toplumun bilinçaltında ve kurumsal pratiklerinde yerleşik olan ataerkil temsillerle doğrudan bağlantılı. Yani bir yandan söz konusu refleks öğrenilmiş bir dil alışkanlığı; diğer yandan, kuşaktan kuşağa aktarılan ataerkil kültürün bir dilsel yansıması. Bu yüzden müdahale de iki boyutlu olmak zorunda. Hem dilsel farkındalığı artıracak eğitimler, hem de toplumsal ve kurumsal yapıları dönüştürecek adımlar gerekiyor. Sadece bireysel farkındalık yeterli değil; aynı zamanda kültürel ve yapısal değişimle birlikte yürütüldüğünde, bu tür dilsel refleksleri kırmak mümkün olabilir.

 

Dizi ve filmlerde sıkça duyduğumuz cinsiyetçi küfürlerin kısa video olarak oluşturulup yayılıyor. Dijital dünyada cinsiyetçi küfürlerin bu kadar hızlı ve geniş kitlelere yayılması hakkında ne düşünüyorsunuz — bu yayılma dilin normalleşmesini nasıl etkiliyor?

Bana göre dijital dünyada cinsiyetçi küfürlerin bu kadar hızlı ve sürekli yayılması, bu dilin normalleşmesini ciddi şekilde etkiliyor. İçerikler çoğu zaman bağlamından koparılıyor ve kısa videolar hâlinde tekrar tekrar paylaşılıyor; bu da söz konusu ifadeleri “gündelik”, “mizahi” veya “önemsiz” gibi göstermeye eğilimli hale getiriyor. Bu normalleşme iki şekilde işliyor: Birincisi, tekrarlama yoluyla insanların duyarsızlaşması; ikincisi ise özellikle genç kuşaklarda, beğeni ve paylaşım gibi sosyal ödüller aracılığıyla zararlı söylemlerin model alınması. Sonuç olarak, bu tür ifadeler farkında olmadan refleks hâline gelebiliyor. Bunu önlemek için dijital platformlarda içerik üretiminde etik sorumluluk çok önemli. Ayrıca medya okuryazarlığı eğitimleri ve platform politikalarının etkin uygulanması, bu riskleri azaltmak ve cinsiyetçi küfürlü dilin normalleşmesini engellemek açısından kritik rol oynuyor.

 

Son olarak, geleceğe dair daha umutlu bir bakışla sormak istiyorum. Sizce toplumsal dildeki cinsiyetçi kalıplar zamanla tamamen kaybolabilir mi, yoksa kültürün bir parçası olarak farklı biçimlerde varlığını sürdürür mü?

Bence toplumsal dildeki cinsiyetçi kalıpların tamamen kaybolması çok gerçekçi bir beklenti olmaz. Tarih ve güncel örnekler bize dilin ve normların değişebileceğini gösteriyor, ama bu kısa süreli veya tek seferlik bir çabayla gerçekleşmez. Kalıpların dönüşümü, kurumsal reformlar, eğitim, medyada eşitlikçi temsiller ve nesiller arası uygulamaların birlikte yürütülmesiyle mümkün olur. Yine de, sizin gibi konulara duyarlı ve sorgulayan gençlerin varlığı gerçekten umut verici; bu farkındalık, dilin ve kültürün daha eşitlikçi bir yönde evrilmesine katkı sağlayabilir. Genç nesillerin merak ve duyarlılığı, yalnızca mevcut normları sorgulamakla kalmaz, aynı zamanda çevrelerinde de tartışmalar başlatmalarına, arkadaşlarını ve topluluklarını etkilemelerine olanak tanır. Böyle bir bilinç, uzun vadede toplumsal kültürün dönüşümü için kritik bir itici güç oluşturur. Bu nedenle hem bireysel hem de toplumsal düzeyde farkındalığı beslemek ve tartışmayı canlı tutmak, cinsiyetçi dil ve kalıplarla mücadelede atılabilecek en değerli adımlardan biridir.